4 Eylül 2014 Perşembe



RÜYA ÜZERİNE 

Sen, uyuyordun. Uyandırmak istemedim. Hem konuşuyordun da. Kallavi laflar ediyordun belki, duyduğum sözcükler ise yarım yamalak ve anlamsızdı. Bilmiş ifadeni takınarak sustun sonra. Açık pencereden içeri ince serin bir rüzgar doluyordu. Kim bilir gözlerinin ardında hangi imgeyle boğuşuyordun. Orada, içinde olduğun yerde bu dünyadan uzak, çeperleri kalın, ışık geçirmez bir başka gerçeklik içindeydin. Et ve  kemikten ibaret bedenin yanı başımdaydı, oysa sen, bir başka dünyanın gerçekliğinde, maddesini bilmediğim vücudunla beş duyunla her şeyi seziyor yaşıyordun. Evet, orda yaşıyordun! Hiç şüphem yok. Kurallarına yabancı olduğum o dünyada, şimdi tam da buradan, yani içinden seni izlediğim bu dünyadan seninle konuşmak ve gerçeklik üzerine tartışmak isterdim. Ama dedim ya orası kalın çeperli, ışık geçirmez bir dünyaydı. Ve sen orda tarihe geçecek bir konuşma dahi yapıyor olsan buraya yalnızca silik bir iki ses ulaşabiliyordu. Mırıltılarının arasında anlam veremediğim bulamaç harfleri bir araya getirmeye, onların nasıl bir dünyadan çıkıp geldiğini hayal etmeye çalışıyordum. Böyle saatlerce izleyebilirdim. Merakla, sorusuz cevapların içinde gezinerek... Ama uyandın. Sonsuz bir rüya yoktu çünkü. Şimdi her şey gizemini yitirmişti. Mekanın, seslerin ve zamanın belirsiz, değişken ve akışkan olduğu o dünyayla aramdaki düşünsel köprüyü yıktığın için sana kızıyordum. Uyanmamalı ve bana düşünmek için biraz daha fırsat vermeliydin. 


2 Eylül 2014 Salı


    Sonrası gitmek oldu. Her seferinde bir adım daha atarak, üzerinde durduğu o çorak noktadan uzaklaştı. Evet, ilk işi gitmek oldu. Nesi tuhaftı ki bunun? Kalıp düşünmek, düşünerek bir yere varamamak yerine bir adım, sonra bir adım daha, bir adım daha... Bir kenti tepeden izler gibi, ayrıldığı noktayı izledi. İşte böyle başladı gitmeye.