15 Şubat 2015 Pazar



Bu an sonsuza dek donsun. Bozkırın üstüne çakım çakım yıldızlı göğün serildiği anın tadı hep aynı tazelikte kalsın. Bu tanıdık kokular, pak kokular, bu nesneler, irili ufaklı taşlar, kara taşlar, likenli taşlar... İçinde dedikodu ve haset kazanlarının kaynatıldığı bu küçük küçücük evler, çatılı evler, çatısız evler; olanca kötülüğüne rağmen yüzü güleç, yüzü saf çizgilerle bezeli adamlar, kadınlar; ağlayan gülen çocuklar...  


12 Şubat 2015 Perşembe


Kışı unut, karı sırtlayan ağaçları. Rüzgârlı bir kıyıya sonbaharın döküldüğünü düşün. Gökyüzünde çakıp sönen ışıkları; kabaran, köpüren denizi sonra... Yüzüne çarpan su damlalarının nasıl da uzak yollar teperek geldiğini... Kayalıkların arasında yengeçlerin koyu bir sohbete koyulduğunu... An'a ait ne varsa, içinde olduğun an'a, unut ve gel. Az sonra göz gözü görmez bir yağmurun altında kalarak ve akarak, denize karışacak, köpükleneceksin. 

Sertçe, çarparak kulaklarımıza sesi, son kez çarparak sesi, birden söndü.

Mızrakla delinmiş postu gibi bir geyiğin, tıpkı o güzel postu gibi kanla ıslandı gün. Sonra ölü gözleriyle ceylanın, ölü gözleriyle kalbimizi deşmeye devam etti.

Haykırmalıydı: ölmedim! Bu benim için parçalanma, parçalarımla doğaya taze bir soluk verme halidir.

Haykırmadı. Etinin ufalanıp, şişlere geçirilip, ateşte nara dönüp, dişlerin arasında ince ince öğütülmesini izledik. Kemiklerine, bağırsaklarına kirli köpeklerin üşüştüğünü...

Haykırmadı. Ölmedi de.

3 Şubat 2015 Salı


' Bazen hiç tanımadığın bir insanla kurduğun yüzeysel ve kısa bir diyalog, uzadıkça laçkalaşan ve hilelerle dönen arkadaşlıkların verdiği rutin mutluluktan daha gerçek ve daha samimidir.' dedi, sustu. Hayır diyemedim.


Kim bilir hangi küçük kötülük soluyor içinde? Sıradanlaşan ve sıradanlığı mutluluk veren o küçücük kötülüklerin sanki yapılır yapılmaz düşüp toprağa, gözden yitiyor. Sanki toprak da aynı nezaketsizlik ve sıradanlıkla sana karşılık vermekle yükümlü. Böylelikle hem öznesi hem muhatabı oluyorsun o küçücükten de küçük kötülüklerinin. Sonra kendi yuvana dönüyor ve bir uyku çekiyorsun.
Kim bilir hangi güz döktü yüzünü? Pel pel dağıldı bakışların, dudak büküşlerin, gülümseyişlerin... Üç nokta belirsizliğinden ve upuzunluğundan geliyorsun ve şimdi bir noktaya yürüyorsun benimle. Imge istemiyorum, ritim ya da sair... Yalnızca yalın bir iki söz-cük... Boncuk dizer gibi diz harfleri, bir iki adım attır noktalamalara, sonra anlatının neresinde susmak istersen sus.  Dilediğince...

2 Şubat 2015 Pazartesi


   Bir öykü anlat bana. Şimdi, gün serilmeden üzerimize. Anlat, yaprak döken ağaçların, uzaklarda hiç erişemeyeceğimiz uzaklarda, nasıl boğuştuğunu bir noktaya çakılı olmakla. Sert rüzgarların çığırtkan soğuğunda nasıl titrediklerini... Sisten ve şimşeklerden ürküp ürkmediklerini... Hiçbir şeyden gizlenememenin nasıl hissettirdiğini... Uçuşup geri dönen yapraklarını, mavi yapraklarını mor yapraklarını, ağlayan ve gülen yapraklarını, nasıl istersen... Şu, sırtında yıldızları olan dağın eteklerinde birbirini kovalayan küçük taşları, istersen, yeniden anlat. Sapılmış tüm gerçeklerden bir düş kur bana. 


    Zamandan arındır beni.