28 Ağustos 2015 Cuma


    Yeryüzüne kesik vuruşlarını, likensiz pürüzsüz kayalarda yankılanan sesini duymamışlar henüz. Suda yürüyen ılık bir rüzgâr olduğunu bilmiyorlar. Aramızdan geçiyorsun, ışıkları giyinmişsin, görünmüyorsun. Sıradanlığı dudak büktüren onlarca şeyin arasında yitip gidiyorsun. Oysa biz, yalnızca birkaçımız kalbimizi açmış seni izliyoruz. Aynalara soruyoruz seni, üzerinde gezindiğin yapraklara, gün dönümüne, aya, geceye ve tüm uykulara... Gördüğümüz yerde resmediyoruz seni, tek bir kıvrım yüzünde, o tek kıvrımı yakalayıp kömür kalemimize sarılıyoruz. Kayboluyorsun, hem de hemen.

    Göğün gerilmiş karnında tok vuruşlar, sesin... Gök mü gürüldüyor yoksa? Sesine incecik bir yağmur yağıyor, zamanın çatlak duvarından sızan bir düş nasıl ağır ve ince yağarsa, öyle. Henüz uyanılmış bir uykunun gizil tozları kalmış omuzlarında, kadife antenli ak bir kelebek kanadında gibi un un. Mahmur dudaklarında imgeler...



    Bir yaprak, kızıl, yaprak bir sarı bir kızıl, güneş geziniyor ince damarlarında, ince damarlarımızda geziniyor güneş. Ses oldun. Yedi kat altından mı yerin, geliyorsun, yoksa daha uzak bir zamandan, som bir gök taşından mı? Alçalıp yükselen, uzayıp kısalan, yakınlaşıp uzaklaşan, bir hayal mi, ses? Kalbimizi düşürdük bir nehrin diğer yakasına atlarken.Yalnızca ses mi? Yapraklara kondurarak dudaklarını, sen dudakları olan bir ses olabilir miydin, yaprakları öperek usul, nesneye soluk veren bir renk, başat noktası yaşamın... Üç noktaya hızla yürüyüp sonsuza yavaşlayarak süzülen gizemli bir tümceye de soluk verebilir miydin? Anlaşılır olmak gerekli değildir, biliyorsun. Tüm devrik ve tütsülü tümcelerin içinde, gezinerek bir rüzgar gibi, ince ve şen, aklımın kıyısından bir düşü izleyebilir miydin?