27 Şubat 2016 Cumartesi
Bu gece Adonis'i dinleyelim.
"...
Kimse cesaret edemez bu suya dokunmaya,-
Anlam ormanlarının tutuştuğu bir su:
Dediler ki:
Suyun her noktasına,
bir kelime ektik.
Dediler ki:
Acılarımızı ve düşlerimizi
testilere koyduk ve yıllanmaya bıraktık.
Dediler ki:
Göğün kapıları isteyene mahsus,
bizim işimizse yerde.
Dediler ki:
Uyurken haykırıyorduk biz,
kirpiklerimize kazımak için
gerçeğin adımlarımızdan başka bir şey olmadığını.
Dediler ki:
İşte kelimeler-
Ayaklarına giyiyorlar
zümrütten yakuttan pabuçlar,
göğün kapılarına gözcü oturuyorlar.
..."
* Adonis, Ölü Deniz Metinleri İçin Başka Bir Yorum Konçertosu
24 Şubat 2016 Çarşamba
Gece gece bir baykuş tünedi kalbime, kucağımda bir tavus kuşu, altımda uçan halı, Kaf Dağı'nın bulutlu aklına doğru yol alıyoruz. Baykuş, "Bir kadın" diyor, "kucağında asla bir tavus kuşu taşımamalı, uğursuzluktur." Neden uğursuzluk olsunmuş? Dünya bir tavus kuşunun tüyünden düşmedi mi güneşin bereketli tarlasına? Başını iki yana bezginlikle sallıyor baykuş. Nihayet varıyoruz, bir bulutun şişkin karnına giriyoruz birlikte. Kucağımdan atlayıp kuyruğunu açıyor tavus kuşu: "Her kadın kollarını böylesine rengarenk bir yaşama açmalı. Siz baykuşlar nesneyi ve her canlıyı bakışlarınızla didiklemekten başka şey bilmezsiniz. Aklınız fikriniz neyin ve kimin düşman olduğunu bulmakta. Oysa bizler güne, geceye, suya ve seslere şiirler söyleriz. Düşmanlarımızı değil dostlarımızı ararız. " "Laf! Bizi şu aptal dağa kadar sürükleyen de sendin öyleyse!"
* Baykuş resmi, Emirhan Candan'a aittir.
* Baykuş resmi, Emirhan Candan'a aittir.
Bozkıra bahar indi. Ilık ve taze toprak. Biraz eşelesen toprağı, dipdiri solucanlar gülümseyerek ve kıvrılarak bir selam gönderecek sanki. Taşlarda kardelen kokusu kalmış, yabani kekiklerin yeşereceği günleri iple çekiyoruz. Sular iyice yükselmeden paçalarımızı sıyırıp suyu soğuk derenin bir yakasından diğer yakasına ayakkabılarımız ellerimizde geçmeliyiz. Ferah rüzgarlar dolmalı göğsümüze.
Ağrı Dağı eteklerinde ince uzun bir kavak, mağrur bakışlarını dikmiş taş eve. İki çıplak dala iki karga konmuş, birbirlerine, dağa, taş eve, pencereden başını bir kamlumbağa edasıyla çıkarmış yaşlı adama bakıyor. Kendi kendine konuşuyor adam, uzun sakallarını tarıyor bir yandan, ince dişli tarağıyla. Hede neden öldü ve ben nasıl yaşarım? Yaşarsın, hem bal gibi, diyor kavak yüksek sesle. Etrafta başka kavak olmadığından kanıksamış belki yalnızlığını. Kargalar itiraz ediyor:" Nasıl böyle katı olabiliyorsun? Hede her şeyiydi onun. En çok da körleşen sol gözüydü, onsuz nasıl görür dünyayı?" Kavak silkti dallarını. Ne de aciz kuşlarsınız! Baykuş konmalıydı dallarıma, oysa ben iki ahmak kargaylayla vakit öldürüyorum! Yaşlı adam kör gözünü okşadı, elleri kucağına düştü sonra. Koca adam ağlasa olmaz bir kavak ve iki karga karşısında.
23 Şubat 2016 Salı
Küçük Beyoğlu'na akşamları hep sarı ışıklar vurur. Hafif bir yokuş inerek girdiğiniz sokaktan gürültülü müzikler, şen kahkahalar duyulur, sohbetlerse koyudur. Kalabalığı yara yara sokağın en sakin yerini buldunuz. Taburelerden birine kuruldunuz. Patlamış mısır kokuları yükseliyor. En az üç dil duyarsınız oturduğunuz yerden. Üniversite öğrencileri, Beyoğlu'nda çalışıp iş çıkışında biraz sohbet etmek isteyen arkadaşlar, her meslekten her türden onlarca insan bu sokakta birbirinden kopuk küçük öbekler halinde dipdibe oturur.
19 Şubat 2016 Cuma
ÇOCUK
Bir gürültü kopuyor.
Azılı bir ırmak gibi yatağını hırpalaya hırpalaya güçten düşüyor ses, duru bir
sessizliğin ağzına varana dek akıyor, akıyor. Sonunda durdu. Elleriyle başını
sarmış, titriyor. Saatlerdir peşindeyim. Onu gördüğüm o ilk anda başıma
geleceklerden habersizdim ve açlığımdan başka bir şey düşünmüyordum. İhtiyardan
umudu kesmiş, yiyecek bir şeyler ararken köy kahvesinin önünde buluvermiştim
kendimi. Dışarıda bir taburenin üstünde sırtı bana dönük oturuyordu. Sol ayağı
ile agresif bir ritim tutturmuştu, çıkardığı gürültü canımı sıkıyordu.
Taze kaz eti kokusuna O'ndan gelen yabancı ter, ayak ve kurumuş kan kokusu karışıyordu.
Bacağının açıkta kalan yerinden
morluklar seçiliyordu. Yüzünü görebilmek için biraz daha yürüdüm. Dumanı
tüten çayı yarılanmıştı. Bileğini bir bezle sıkıca sarmıştı. Kaşları çatılmış,
elinde evirip çevirdiği küp şekere bakıyordu. Temkinli adımlarla ona yaklaşmaya
başladım. Bozcaaa!! İhtiyarın sesiydi bu. Bozcaaa!! Sonunda yemeğini bitirmişti
demek! İhtiyarın bahçesine koştum. Yerde kazdan kalan irili ufaklı kemikler,
deri, kuyruk ve taşlık vardı. Burnumu yemeğimin üstünde iki kez gezdirdim,
kokunun vadettiği lezzete hevesle atıldım. Yemeğimi bitirince kahveye
verdim yönümü. Kulaklarıma bir iki yağmur damlası düştü. Sonra iri taneli
yağmur damlaları toprakta oyuklar açtı, oyuklardan toz yükseldi. Kahvenin önüne
geldiğimde sırılsıklam olmuştum. Tabureler içeri alınmıştı. Buralarda değildi,
ben gittikten hemen sonra kalkmış olmalı, kokusu silinmişti. Yürümeye devam
ettim. Epeyce yürüdükten sonra ormana saptım. Otlar yağmurun hiddetinden
iyice cılızlaşıp eğilmişti. Seslerin içinden altı ayak sesi seçtim. Koşmaya
başladım, uzakta iki kişi gördüm. Görmediğim ama varlığından emin olduğum
üçüncü kişinin ayak sesleri daha uzaktan geliyordu, onlardan ilerde olmalıydı.
Üçüncü kişiyi görebilmek daha doğrusu O olduğundan emin olmak için kestirme
yola girmeye karar verdim.
Bir köpek geliyor
ardımızdan. Eğilip bir taş alacaktım ki yerden, başka bir yola saptı. Belki ava
çıkmıştı, açtı sade, yollarımız bir anlığına kesişmişti. Biz de avının peşinde
iki köpekten farksızdık. İçimizde büyüyen açlıktan aklımızı yitirecektik, O'nu
bu köyde bulmuş olmasaydık... Şuna bak! Nasıl da canını dişine takmış koşuyor!
Kaçabileceğini sanıyor. Eninde sonunda bitecek bu kovalamaca. Ve nasıl
öldürdüyse öyle öldürülecek.
Çok geçmedi, sonunda
görebildim, O'ydu. Kıpkırmızı olmuştu yüzü. Boğulacakmış gibi soluyordu. İyi
koşmuştu ama yorulmaya başladığı her halinden belliydi. O'na seslendim, baktı,
göz göze geldik. Ve o an sanki ondan bir parça kopup beni onunla bütünledi.
İçimde bembeyaz bir boşluk belirdi. Bir günah, dedim! Ancak bir günah bir
insanın bakışlarını böyle derinleştirebilir. Ortak bir dilde buluşmuştuk sanki.
Allak bulak yüzünün ağırlığını, bakışlarındaki kiri ve utancı sırtlanmıştım. En
az onun kadar ürkek ve çaresiz oluvermiştim. Bir kez daha seslendim. İlerde
sarp kayalıklar vardı ve oradan öteye geçemeyecekti. İkili de yeniden görüş
alanıma girmişti. O ise şimdi karşımda tüm çarelerini tüketmiş, elleriyle
başını sarmış, titriyor. Göğü bir baştan bir başa yara yırta bir yıldırım
düşüyor dağın yüzüne. Gök inliyor.
İkiliden biri O'nun
üstüne çullanıyor.
- Canavar, diyor diğeri alçak sesle. Yumruğu sıkılı. Nasıl
yaptın? Sadece bir çocuktu. Küçücük...
Açtın gözlerini, kirpiklerinde ıslak daha düş, henüz incelmemiş de sisi. Işık dağılıyor o sisin içine, çiğ sarı. Önce bir duvar görüyorsun. Bir iki kırptıktan sonra gözlerini çerçevelenmemiş kadın resimlerine dikiyorsun. Kırmızı, mavi, sarı ve siyahın birbirine bir şeyler anlattığını işitiyorsun. En az bir beyaz kadar anlıyorsun dillerinden.
18 Şubat 2016 Perşembe
17 Şubat 2016 Çarşamba
Bir kovan dolusu arı uğultusu... Pencereme bir gürültü yapıştırmış yüzünü. Onu izliyorum yarım saattir. Gitmeye niyeti yok gibi. Perdeyi çekip koltuğa oturuyorum. Ne mümkün kaçmak! Sesi bir an olsun kesilmiyor. Gidip perdeyi tekrar açıyor yüzüne doğru camı üç kez tıklatıyorum. Ses kesiliyor, görüntü siliniyor. Yerime geçiyorum, hoşnut bir gülüşle bakıyorum aynaya. Gözlerimi kapıyorum ki o sevimsiz yüzü beliriyor, yine o arı uğultusu, bu kez kafamın içinde, kızıl bir ahtapot gibi kavramış sımsıkı.
16 Şubat 2016 Salı
Sırtımda yarasa kanadı, Erek'ten Nemrut'a yaldızlı bir gece taşıyorum, gecenin bir yüzü ve ben simsiyahız. Krater gölünün kıyısında taşlar var, bir de dalları buz tutmuş sefil bir ağaç. Gözüm hep göğü görmeli, ayaklarımı asacak bir dal buluyorum. Kargalar konmuş bu dala belli bu sabah, kokuları canımı sıkıyor.
Yani uzaktayım, anılardan ve eskimiş tüm nesnelerden. Üç ayna, bir fincan çay ve beyaz bir perdeden ibaretiz bu gece. Bir dilim limon yüzüyor ıhlamurun içinde. Devrik hokkaları, akreple yelkovanı, sesi ve sayfaları kapı dışarı ettim. Gözlerime mum ışıkları kondu, bir fenerim sanki göl kıyısında, sarı.
15 Şubat 2016 Pazartesi
Yastığımda bir örümcek geziniyor. İncecik bacaklarına harfler tırmanıyor. Bir hamak dokuyor, ağzına bakıyorum ne de sonsuz bir iştah! Hamağa kuruluyorum, kirpiklerimde harfler, uyku kaçıran. Sallıyor beni örümcek, bin yaşında söylediğine göre. Masallarla yürüyor kalbime, sisleniyor aklım. Uyku çökecekken üzerime, bir ses duyuyorum, yabancı: ''Kalbini de mi yiyeceksin?''. 'Önce kalbini yiyeceğim.' diye yanıtlıyor masal sesim. Dev bir dalgayla alıyor uyku beni o hamaktan.
Bir düş gördüm. Ufku mora çalan bir okyanusun dalgasında çalkanıyordum. Bir düş... Pencereme mor ışıklar düşüyordu, saçlarımız mavi dalgalar, ellerimiz yosunlardı. Bir balık yuttum, batık bir geminin buyurgan kapısından girer gibi girdi kafamın içine. Kafamda bir balık, mürekkep... Mora çalıyoruz, az sonra balık ben okyanus ve ufuk bir bütün olacağız.
10 Şubat 2016 Çarşamba
9 Şubat 2016 Salı
Kurtlarla konuşuyoruz bu gece. Buz üstünde dört ayak, hızla alınıp verilen soluk bir iki bir iki üç... En az onlarınki kadar soğuk ve keskin bir karanlığın içinden geçiyoruz koşarak. Onlar aya biz ayalarımıza açıyoruz falları. Hevesle tırmandığımız gökten üç elma düşürüyoruz yeryüzüne. Kendimiz için... Yerin ve göğün bizden ibaret olduğunu bildiğimizden biraz da, birbirimiz olabildiğimizden.
Bir sokaksın sen. Göğsüne kuru yaprakları serpilmiş sarmaşıkların, kızıl, gece bir çınlamayla iniyor yüzüne. Küçük demir bir kapıya varan bir sokaksın sen, iki büklüm giriyorum şimdi o kapıdan Alice harikalar diyarında değil ve fakat zaman aklımla oyun oynuyor. Küçük bir anı defterinin içine gizlenmiş onlarca an kuşatıyor etrafımı. Hızla çıkıyorum o kapıdan. Belimi doğrultup izliyorum üzerindeki yaprakları. Taş yolların, uzun duvarların, çiçek kokularınla sen bir sokaksın. Çıkılmaz değil. Yine de zor oluyor son kez bakarak serinliğine ve içinde uğuldayan rüzgarı duyumsayarak gitmek.
8 Şubat 2016 Pazartesi
Yarım kalmış bir sohbet gibi kendini tamamlamak üzere sözcükleri yola koydu zaman. Zaman bazen bir şehirdir. Ardında bıraktığın ve önüne serilen...
Yıldız yiyen bulutlar gecenin üstüne gri düşlerini sermiş; izliyor karla örtülmüş inatçı tepeleri, kırılgan uykuları, yarını ve dünü şimdiye sıkıştırmış aklımızı, seni ve beni, hepimizi umarsız gözlerle. Aklımda bir çift göz var, bulutlardan şu karlı dingin şehri izlediğim. Konuşan ve duyan, izleyen ve izlenen ben, usulca çatılarda geziniyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)