19 Şubat 2016 Cuma



           ÇOCUK


  Korku sert ve sık vuruşlarla dövüyor göğsümü. Karnımda düzensiz ve boğuk soluklarım sancıyor. Peşimdeler. Deliksiz bir yağmur yağıyor.  İğne yapraklı ağaçlardan nemli reçine kokuları yükseliyor. Mesafe hızla daralıyor. Öfkelerini ensemde duyuyorum. Duman rengi kayalıklara varıyor ayaklarım. Göğe doğru sivrilen bir kibir, taş suretine bürünmüş bir azamet... Baştan ayağa çamur içindeyim ve kaçacak yerim kalmadı. Ellerimle başımı sarıyor, gözlerimi sıkıca kapıyorum.

Bir gürültü kopuyor. Azılı bir ırmak gibi yatağını hırpalaya hırpalaya güçten düşüyor ses, duru bir sessizliğin ağzına varana dek akıyor, akıyor. Sonunda durdu. Elleriyle başını sarmış, titriyor. Saatlerdir peşindeyim. Onu gördüğüm o ilk anda başıma geleceklerden habersizdim ve açlığımdan başka bir şey düşünmüyordum. İhtiyardan umudu kesmiş, yiyecek bir şeyler ararken köy kahvesinin önünde buluvermiştim kendimi. Dışarıda bir taburenin üstünde sırtı bana dönük oturuyordu. Sol ayağı ile agresif bir ritim tutturmuştu, çıkardığı gürültü canımı sıkıyordu.  Taze kaz eti kokusuna O'ndan gelen yabancı ter, ayak ve kurumuş kan kokusu karışıyordu.  Bacağının açıkta kalan yerinden morluklar seçiliyordu. Yüzünü görebilmek için biraz daha yürüdüm. Dumanı tüten çayı yarılanmıştı. Bileğini bir bezle sıkıca sarmıştı. Kaşları çatılmış, elinde evirip çevirdiği küp şekere bakıyordu. Temkinli adımlarla ona yaklaşmaya başladım. Bozcaaa!! İhtiyarın sesiydi bu. Bozcaaa!! Sonunda yemeğini bitirmişti demek! İhtiyarın bahçesine koştum. Yerde kazdan kalan irili ufaklı kemikler, deri, kuyruk ve taşlık vardı. Burnumu yemeğimin üstünde iki kez gezdirdim, kokunun vadettiği lezzete hevesle atıldım. Yemeğimi bitirince kahveye verdim yönümü. Kulaklarıma bir iki yağmur damlası düştü. Sonra iri taneli yağmur damlaları toprakta oyuklar açtı, oyuklardan toz yükseldi. Kahvenin önüne geldiğimde sırılsıklam olmuştum. Tabureler içeri alınmıştı. Buralarda değildi, ben gittikten hemen sonra kalkmış olmalı, kokusu silinmişti. Yürümeye devam ettim. Epeyce yürüdükten sonra ormana saptım.  Otlar yağmurun hiddetinden iyice cılızlaşıp eğilmişti. Seslerin içinden altı ayak sesi seçtim. Koşmaya başladım, uzakta iki kişi gördüm. Görmediğim ama varlığından emin olduğum üçüncü kişinin ayak sesleri daha uzaktan geliyordu, onlardan ilerde olmalıydı. Üçüncü kişiyi görebilmek daha doğrusu O olduğundan emin olmak için kestirme yola girmeye karar verdim.

Bir köpek geliyor ardımızdan. Eğilip bir taş alacaktım ki yerden, başka bir yola saptı. Belki ava çıkmıştı, açtı sade, yollarımız bir anlığına kesişmişti. Biz de avının peşinde iki köpekten farksızdık. İçimizde büyüyen açlıktan aklımızı yitirecektik, O'nu bu köyde bulmuş olmasaydık... Şuna bak! Nasıl da canını dişine takmış koşuyor! Kaçabileceğini sanıyor. Eninde sonunda bitecek bu kovalamaca. Ve nasıl öldürdüyse öyle öldürülecek.

Çok geçmedi, sonunda görebildim, O'ydu. Kıpkırmızı olmuştu yüzü. Boğulacakmış gibi soluyordu. İyi koşmuştu ama yorulmaya başladığı her halinden belliydi. O'na seslendim, baktı, göz göze geldik. Ve o an sanki ondan bir parça kopup beni onunla bütünledi. İçimde bembeyaz bir boşluk belirdi.  Bir günah, dedim! Ancak bir günah bir insanın bakışlarını böyle derinleştirebilir. Ortak bir dilde buluşmuştuk sanki. Allak bulak yüzünün ağırlığını, bakışlarındaki kiri ve utancı sırtlanmıştım. En az onun kadar ürkek ve çaresiz oluvermiştim. Bir kez daha seslendim. İlerde sarp kayalıklar vardı ve oradan öteye geçemeyecekti. İkili de yeniden görüş alanıma girmişti. O ise şimdi karşımda tüm çarelerini tüketmiş, elleriyle başını sarmış, titriyor. Göğü bir baştan bir başa yara yırta bir yıldırım düşüyor dağın yüzüne. Gök inliyor.

İkiliden biri O'nun üstüne çullanıyor.


- Canavar, diyor diğeri alçak sesle. Yumruğu sıkılı. Nasıl yaptın? Sadece bir çocuktu. Küçücük...

*Öyküyü Armand Amar'ın şu güzel ritimleri eşliğinde okuyabilirsiniz:


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder